İçerik: Platon’dan Hegel’e felsefe tarihi, tekilliğin, farkın, parçanın, özgüllüğün okul duvarları arasında taşlaşan büyük sistemlerin altında ezilmesine şahit olmuştur. Bu nedenle düşüncenin sistematikliğinin parçalanıp fragmanter hale gelmesinden ancak skolastikler ürker. Fragmanterleşme tam da kendi üzerine kapanan bu düşünce sistemlerinin okul duvarlarını aşıp yaşama karışmasından kaynaklanır. Fakat felsefi sistemleri parçalayıp yaşamın zenginliğini uzmanlaşmış disiplinlerin nesnesi kılan bilim ve teknik, bütünün aldatıcı soyutluğu (“Bir”, “Varlık”, “Tanrı”, “Tin”, “Özne”) yerine parçanın somutluğuna (“çokluk”, “fark”, “tekillik”) hakkını yetirince veremez. Parçanın hakkını veren bir düşünce eğiliminin ortaya çıkması için yeni bir gündelik deneyim ortamının, yeni bir gündelik varoluş tarzının yani Baudelaire’in “modern” diye adlandırdığı “uçucu, ele avuca sığmaz, sıradan” unsurların da düşüncenin ufkuna girip onu genişletmesi gerekmiştir. Dolayısıyla düşüncenin fragmanterleşmesi, büyük kent kalabalıklarının, ışıltılı vitrinlerin, anlık karşılaşmaların, insanın etrafını saran metaların yaşamı fragmanterleştirmesiyle paralel ilerleyen bir süreç olmuştur.
Göçebe Düşünce Derneği olarak bu sene gerçekleştireceğimiz yaz kamplarından Eleştirel Teori: Adorno, Benjamin, Simmel’de tam da bütünden ziyade parçalara odaklanan bir düşüncenin epistemolojik (doğru-yanlış), estetik (güzel-çirkin) ve politik (birey-toplum) kategorilerde nasıl bir dönüşüme yol açtığını ve bu dönüşümün sistem düşüncesinin hem kavramsal, hem de politik krizlerinden çıkmak için yeni bir imkân sağlayıp sağlayamayacağını ele almayı amaçlıyoruz. Bunu yaparken de düşüncenin parçalı yapısını teorik bir silaha dönüştürmüş üç düşünürden, Berlin akademisinin “yabancısı” Georg Simmel’den, modernitenin ön-tarihinin “arkeoloğu” Walter Benjamin’den ve diyalektiğin “radikal karamsarı” Theodor W. Adorno’dan yararlanacağız.
Yer: Gümüşlük Akademisi
Tarih: 3-9 Eylül 2024
Eğitmenler: Cana Bostan, Gaye İlhan Demiryol, Gökhan Yavuz Demir, Semih Bilgin, Umur Başdaş
Detaylı bilgi:
Özge Tuncer ozge.tuncer07@gmail.com +90 538 830 57 15
*Bu programa kayıt olduğunuz takdirde aynı hafta gerçekleşecek Psikanaliz kampının derslerine de katılabilirsiniz. Program hakkında detaylı bilgiye bu linkten ulaşabilirsiniz.
Cana Bostan: İnorganiklerin Cinsel Çekiciliği: Benjamin’de Fetişizm
İmajların hayattan soğurduğu şey nedir ve az sonra hayata geri verdiği? Bu gaspın iadesi, nesneler, jestler, bedenler arasında bölüştürülürken beliren estetik fazlalıkla nasıl başa çıkar gerçeklik? Sanatın bir artık konstelasyonuna dönüştüğü tarihin bu anında erotik bir fantezinin konusu olmayan arzuların dolaşımına bir tür trafik nosyonu eşlik edebilir mi? Aşığımızın muhatabı da olabilme ehliyetini yitirdik mi? Gördüğümüz şey tarafından eşzamanlı görülebildiğimiz bir bakışmadan mahrum bırakılışımızın sorumlusu olan ağ, hangi ideolojik rejimlerin sentezi? Kurgulama histerisinin bu bitimsiz nöbetinin mutlak aktörleri olmaktan bir çıkış var mı? Vücut sıvılarımızın, bozulabilirliğimizin, çirkinliğin, tiksinti uyandıran aldanışlarımızın üzerini çizen kamera-kalemi geri püskürtecek militanca eylem, fetişist yönelimlerde saklı olabilir mi? Şeyleşmeye direnmek üzere onun içinden geçen dinsel bir deneyim olarak fetişizm, esrimenin de, şimdi ve burada olmanın koşullarını da aynı anda sunabilir mi? Zevklenmenin köklerindeki kederi, zulmü ve şiddet döngülerini, içe-alma temasının üç uğrağı odağında, koleksiyon, sinema ve penetrasyon merkezli cinsellik bağlamında tartışacağız.
Gaye İlhan Demiryol: Adorno ve Benjamin’de Özgürleşme Olanakları
Bu ders Walter Benjamin ve Theodor W. Adorno’nun yazılarında sanatın -özellikle de mekanik olarak yeniden üretilen sanat biçimlerinin- rolünü değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Siyasi özgürleşme açısından bakıldığında iki düşünürün de eserlerinde estetiğe ve sanat eserine önemli bir pay biçtiği gözlenebilir. Öte yandan Adorno ve Benjamin’in teknolojik gelişmenin sanatla ilişkisini ve bunun siyasi sonuçlarını oldukça farklı şekilde değerlendirdiği görülür. Bu derste iki düşünürün birleştiği ve birbirinden ayrıştığı ortak noktalar fragmantal düşünce çerçevesinde özellikle de kolektif eylem açısından ele alınacaktır.
Gökhan Yavuz Demir: Simmel’in Fragmantal Üslubunun Sosyal Bilimleri Yeniden Düşünmek Açısından Değeri
Her topluluk gibi sosyal bilimciler topluluğunun da kendi üyelerinin çalışmalarını değerlendirmek için ilkeleri vardır. Bu ilkeler, o topluluktaki çalışmaların başarılı veya başarısız yahut anlamlı veya anlamsız olduğunu belirler. Döneminin sosyal bilimciler topluluğunun ideal sosyal bilimler kriterleri açısından Georg Simmel, bu topluluğun marjinal, sapkın ve başarısız bir üyesi olarak değerlendirilmiştir. Kendisini görmezden gelen akademik iktidardakiler, onun çalışmalarını parçalı, sistemsiz, disiplinsiz, metodik ve yol gösterici ifadeler formüle etmekten aciz olduğu için eleştirmişlerdir.
Simmel’in gayet bilinçli olarak tercih ettiği bu fragmantal üslubun, aslında çağdaşlarınca anlaşılmadığını, halbuki bu eşsiz düşünme tarzının özelde sosyolojiye, geneldeyse sosyal bilimlere eşsiz bir katkı sağladığını ve toplumsal hayatı anlamaya yönelik derin bir vukuf sunduğunu, bu ders çerçevesinde Simmel’in problem edindiği sosyal meseleler üzerinden anlatmaya ve tartışmaya çalışacağız.
Hayranları için bile Simmel’in düşüncesinin kusuru olan bu sistematik olmayan, sınırlandırılmamış ve parçalı yazma tarzının, bugün modern toplumsal hayatı anlamaktaki katkısının ve Simmel’in düşünce tarihindeki ardılları üzerindeki etkisinin gösterilmeye çalışılacağı bu dersin en büyük hedefi ise Simmel vasıtasıyla sosyal bilimlerin imkânı üzerine yeniden düşünmektir.
Semih Bilgin: Üç Bazen Dört Olur: Miyop olarak Adorno; Hipermetrop olarak Kracauer
Hem Adorno hem de Kracauer estetik deneyimin parçalanması üzerine nüfuz edici çözümlemeler ortaya koyar. Fakat söz konusu olan kitle kültürü olduğunda, iki düşünür, şeyleşmiş dünyanın bu yeni momentinin anlamı üzerine iki farklı kutupta konumlanır.
Kendi elitist radikal karamsarlığı içerisinde Adorno, Kracauer’i “soylu kültürden dışlanmış bayağı formlara eğilimi”ne sevk eden bu yatkınlığın anlamayı a priori reddeder. Kracauer içinse en süfli ve yavan yaratımlarda, en kaba yüzeylerde bile, “toplumun gerçekliğinin açığa çıktığı, bastırılmış arzularının şekil aldığı gündüz düşleri”nin izi sürülebilir. Böylelikle, “tümüyle yabancılaşmış bir bağlamın bile yenilikçi gelişme tohumları”nı içerebileceğini vurgular. Öyleyse, kitle kültürünün şeyleşmiş dünyayla olan bağlantısını ortaya koymak, görülerin sınırı olarak değil başladığı yer olarak görülmelidir.
Bu ders; stream yayıncılık çağını, bingewatch kültürünü, tiktok’lar, reels akışlarının algoritmik zekasını; dolayısıyla görsel rejim ve dikkat ekonomisini “şeyleşmiş dünyanın kitlelerin psişik ekonomisini şekillendirmedeki başarısını” elde tutarak fakat kuşatıcı evrensel şeyleşmeye dair Adornocu teşhisleri göz ardı da etmeden, Kracauer’in “toksik iyimserliği” ile düşünmeyi deniyor. Adorno’nun miyopluğunu şeyleşmiş dünyanın hala koruyabileceği kullanım değerini göz ardı etmesinde ararken, Kracauer’in hipermetropluğunu ise kitle kültürünün, şeyleşmiş dünyada, “aynada uygarlığa bakan kendi canavarlaşmış halinin karikatürü”nün şeyleşmiş eleştirisinden başka bir gedik açamadığını savunarak ilerletiyor. Bu bakımdan, bu dersin en temelde iki net merceği kesiştirerek yeniden bulanıklaştırmayı amaçladığı söylenebilir.
Umur Başdaş: Asil Yalanın Estetiği
Adorno her sanat eserinin gerçekliğine içkin bir çeşit yalan olduğunu iddia eder. Bunu söylerken aklında olan örneğin Benjamin’in savaşı yücelten Marinetti gibi fütürist sanatçılara yönlendirdiği tarzda bir “siyasetin estetize edilmesi” sorunsalı değil. Bu iddia alışılagelmiş Marksist bir ideoloji eleştirisi çerçevesinde yalnızca “burjuva sanatını” da hedef almıyor. Aksine Adorno bu argümanı özgürleştirici bulduğu ve savunduğu modern sanat akımlarını dahi kapsayacak genişlikte formüle ediyor. En azından ilk duyulduğunda kafa karıştırıcı görünen tezi şu: Tüm gerçek sanat eserleri hakikati örttükleri ya da çarpıttıkları değil, tam aksine hakikati konuştukları ölçüde yalan söylerler. Buna karşın totaliter rejimlerin propaganda aracı olarak kullandıkları sözde sanat eserleri ise tüm bayağı yalanlarına rağmen bu “suç”u işlemeye muktedir değildirler. Bu paradoksal tezi anlamlandırmak için ilk önce Adorno’nun estetik teorisinde Benjamin’i eleştirmek adına Schein kavramını nasıl kullandığına bakmamız gerekiyor. Derste çıkış noktamız bu olacak fakat amacımız dar anlamda bir Adorno okuması yapmaktan ziyade estetik bir fenomen olarak yaşamın hakikatle ilişkisini farklı boyutlarıyla irdelemek.