Göçebe Düşünce Derneği’nin geleneksel kamplarından biri haline gelen Çağdaş Felsefe kampında bu sene “şimdi”mizi düşünmenin farklı yollarını, bizi biz yapan etik, estetik ve politik değerlerimizin bugünle ilişkisindeki kökenlerini, daha doğrusu güncelliğimizi kuşatan bu gibi kategorilerin oluşum süreçlerini mercek altına almaya çalışacağız. Elbette şimdi üzerine konuşmak ne yansız bir etkinliktir ne de güncelliğimiz her şeyi olduğu gibi gösteren tek bir mercek altında zahmetsizce belirir. Dolayısıyla, şimdimize yönelen bu perspektifleri çoğaltabildiğimiz kadar çoğaltmak, farkı nitelikteki kuvvetlere yönelik niceliksel bir perspektif artışı ortaya koymak “çağdaş olma”ya gecikmemek açısından son derece önemlidir. Tam da bu nedenle bu kampta -çoğalan anlamların gerçek bir farktan mı ileri geldiğini, yoksa farklı anlamlara geliyormuş gibi görünen şeylerin aslında tek bir anlam etrafında kümelenmiş çoğul ifade biçimlerinden mi ibaret olduğunu da tartışarak- Husserl, Heidegger, Adorno, Axel Honneth, Eva Illouz, Stiegler ve Günther Anders gibi isimlerin şimdimize getirdiği yorumlara odaklanacağız. Kampımıza hepiniz davetlisiniz.
Tarih: 5-11 Eylül 2023
Yer: Gümüşlük Akademisi
Eğitmenler: Diler Ezgi Tarhan, Emre Şan, Hakan Atay, Maya Mandalinci, Toros Güneş Esgün, Umur Bağdaş
*Bu programa kayıt olduğunuz takdirde aynı hafta gerçekleşecek Sosyoloji ve Nietzsche Marx Freud kamplarının derslerine de katılabilirsiniz.
info@gocebedusunce.org
0536 963 94 31
Diler Ezgi Tarhan
Husserl Fenomenolojisinde Genetik Konstitution
Bu derste, Husserl’in geç dönem genetik fenomenolojisinde betimlenebilir yaşantılar alanındaki tüm geçerlilik savlarıyla nasıl hesaplaştığına ve bilginin imkânı problemini, algının imkânı problemiyle birlikte nasıl ele aldığına bakacağız. Meseleyi statik fenomenolojiden genetik fenomenolojiye nasıl taşıdığına ve Krisis metninde ortaya koyduğu doğalcılık eleştirisine bakacağız. Özellikle Ideen’in ikinci cildinden itibaren Husserl’in odak noktasına yerleşen genetik konstitution meselesinin Logische Untersuchungen’in ilk cildindeki (Saf Mantığa Prolegomena) izleri üzerinden konuyu, Husserl’in geç dönem fenomenolojisine taşıyacak; Cartesianische Meditationen ve Erfahrung und Urteil metinlerinden hareketle Husserl’in ‘genetik konstitution’ anlayışını konuşacağız.
Emre Şan
Teknoloji Felsefesi Problemleri
Dijital teknolojiler nesnelerle, başkalarıyla ve kurumlarla kurduğumuz pratik ilişkileri ve kendi kendimizle kurduğumuz zihinsel ilişkiyi dönüştürür. Çağdaş teknoloji felsefecileri için zihin teknolojileri eleştirisi felsefi bir problem olarak ortaya çıkar. Bu bağlamda öncelikle Günther Anders’in üçüncü endüstri devrimi çağında teknolojinin tarihin öznesi haline gelmesi argümanını ele alacağız. Ardından Antoinette Rouvroy ve Thomas Berns’in ortaya koydukları algoritmik yönetimsellik kavramını inceleyeceğiz. Antoinette Rouvroy’a göre algoritmik yönetimsellik, siyasete, hukuka ve toplumsal normlara dayanmak yerine büyük veri yığınlarının algoritmik olarak işlenmesiyle kurulan bir toplumsal iktidar biçimidir. Bernard Stiegler’in algoritmik yönetimsellik kavramını yorumlayışı ve ardından bilişsel ve duygusal proleterleşme betimlemesi seminerimizin kuramsal çerçevesini oluşturacak. Bu çerçeve içinde öncelikle ilerleme ve inovasyon ayrımını ele alacağız. Ardından Stiegler’in Kant’ın saf aklın eleştirisine referansla, teknolojik aklın eleştirisi ismini verdiği, yirmibirinci yüzyılda dijital teknolojilerin ve yeni endüstri modellerinin şekillendirdiği düşünme biçiminin krizi fikrini yorumlayacağız.
Hakan Atay
Olmaya Bırakmak: Tristan Garcia’nın Pusulası
Alain Badiou’nun en ilginç denemelerinden biri “Felsefi Bir Görev: Pessoa’nın Çağdaşı Olmak” başlığını taşıyordu. Badiou, Pessoa’nın olanaklı bütün düşünce biçimleriyle içli dışlı olduğu kanaatindeydi ve çağdaş felsefeye bu manzaranın tutarlı bir ifadesine ulaşma görevi veriyordu. Bir Pessoa okuru olarak dünya dışı uygarlıklardan gelmesi muhtemel, anlamlı bir radyo sinyali bekleyen devasa antenler gibi bu tarz bir felsefi girişime kulak kabartmış durumdayım. 1981 doğumlu Fransız romancı ve filozof Tristan Garcia’nın yazdıklarıyla karşılaşınca heyecanlanmamın temel nedenini böylece açık etmiş oluyorum. Garcia, araştırma programının merkezine, düşünce ile yaşam arasındaki gerilimin alabileceği bütün formları yerleştirmeye çalışıyor. Bu yaz birlikte yapacağımız derste söz konusu programın Pessoa-vari şekilde özetlendiği kısa bir metinden (“Düşünceye Yön Vermek İçin On İki Kural”) yola çıkarak Garcia’nın felsefesini tanımaya çalışacağız. Filozofun Biçim ile Nesne (Forme et objet) kitabının temel kavram ve yönelimlerinden bahsettikten sonra Garcia’nın üç kitaptan oluşan büyük felsefi projesi Olmaya Bırakmak (Laisser être) üzerine konuşacağız.
Not: Garcia’nın Türkçeye şimdilik sadece bir romanı çevrildi (7, çev. Menekşe Tokyay, İstanbul: Profil Kitap, 2020). Tartışmayı başlatmak üzere kullanmayı vaat ettiğim kısa metni de (“On İki Kural”) ben çevirdim. Yakında terrabayt sitesinde yayımlanacak.
Maya Mandalinci
İçten Dışa Bir Alarm: Benim Canım Kaygım
Kaygı kavramı belki de yaşamımızın en tanıdık yabancısı. Onu deneyimlemek ve hatta bu deneyimin kendisinden dahi kaygılanmak bildiğimiz ama içinde kök salamadığımız bir durum. Varoluşçu felsefe kaygıyı tam da bu sarsıcı yönüyle ele alıyor. Kierkegaard, Heidegger, Sartre ve Camus; tüm bu düşünürler kaygının sessiz çanlarına, insana (hiç)bir şey söyle(me)yen yapısına odaklanıyorlar. Bu gergin ve sessiz duygu durumu, bu haletiruhiye varoluş meselelerini konuşmaya bir fırsat sunuyor: Ölüm fenomeni sonsuz yaşam isteğiyle; anlam anlamsızlıkla; özgünlük arayışı ait olma isteğiyle çarpışırken kaygı bu gerilimin ta kendisi olarak, kendini “nesnesiz” bir halde, bir aporia olarak ortaya koyuyor. Seminerimizde varoluşsal kaygı kavramını bu düşünürler eşliğinde, ölüm ve otantiklik meseleleri üzerinden tartışacağız.
Toros Güneş Esgün
Mesafe ve Yakınlık Arasında Etik-Politik Gerilimler: Honneth&Illouz
Toplumsal olanı bireysel olandan ayıran modern tahayyül önce Hegel’in sonra Nietzsche’nin büyük müdahaleleriyle aşılmış gibi görünse de 20. yüzyıl felsefesine söz konusu düşünürlerden miras kaldığını söyleyebileceğimiz iki soru bugün de hala yanıtlanmış değil: “Başkalarıyla bir aradayken yalnızlığımıza ne olur?”, “Yalnızken başkalarıyla bir aradalığımıza ne olur?” Eleştirel teorinin ilk kuşağı formüle ettiğimiz bu sorulara kültür endüstrisi eleştirisi ile yanıt bulmaya çalışırken otonomiyi kitlelerin hakikatsizliğinden koruyabileceklerine ve aynı zamanda bireyselliği toplumla barıştırabileceklerine dair bir umut taşıyordu. Oysa hem aydınlanmış bir kamusallığa hem de radikal toplumsal dönüşüme ve özgürleşmeye yönelik inancın bugün artık köreldiğini hatta ütopik görüldüğünü söyleyebiliriz. Pandemi döneminden beri hız kazanarak artan dijital sosyallikten, bireysel yaşamların hiç olmadığı kadar aleni ve işlenir kılındığı fakat nasılsa “özel” kalmaya devam edebildiği yeni bir mahremiyete günümüzde önceki çağların mesafe ve yakınlık deneyimlerinden radikal şekilde farklılaşan bir dönemi deneyimliyoruz. Yalnızlığı olanaklı kılan mesafenin de, bir aradalığı mümkün kılan yakınlığın da artık yeni bir şekilde düşünülmesi gerekiyor. Bu derste söz konusu çerçeve üzerinden günümüzün iki eleştirel teorisyeninin fikirlerini, Axel Honneth’in tanınma kuramındaki “bireyselleşmenin paradoksları” ile Eva Illouz’un “duygusal kapitalizm”e yönelik tespitlerindeki yeni rasyonelleştirme biçimlerini takip edeceğiz. Düşünürlerden hareketle toplumsal olanı mesafe ve yakınlık kavramlarıyla, soğukluk ve tanınma ile, “bizdeki ben”i toplumsal olanın geçirdiği krizler ile düşünürken amacımız, gerçek bir toplumsal dönüşümü var edebilecek yeni bir mesafelenmenin etik-politik boyutlarını keşfetmek olacak. Böylece kişiler arası ilişkilerden politik temsiliyete kadar ikili bir gerilim hattında problemimizi ve çözümlerimizi örebileceğiz.
Umur Bağdaş
Oyun ve Gerçeklik Karşıtlığını Sanat Üzerinden Yeniden Düşünmek
Oyun, hayatın gerçeklerinden bir süreliğine uzaklaşabilmek için ihtiyaç duyduğumuz bir eğlence aracı olarak görülebilir. Ya da belki aksine hayatımızın kendisi bir tür gölge oyunundan ibarettir ve gerçekliğe ulaşmak için bu oyundan dışarı çıkmamız gerekiyordur. Her iki durumda da oyun kavramını gerçeklik ile karşıtlık içerisinde düşünüyoruz. Estetik deneyimler ise oyun ve gerçeklik ayrımını bulanıklaştırıp bize yeni özgürlük alanları açıyorlar. Acaba bu tip deneyimler üzerinden oyunu gerçeklikten bir kaçış olmak yerine, gerçekliğin eleştirel bir dönüşümü olarak kavrayabilir miyiz? Bu derste Adorno, Hegel ve Plato gibi düşünürlerle diyalog içerisinde bu soruya yanıt arayacağız.