19. yüzyıl hem bilimsel açıdan hem de felsefi açıdan tam bir düşünsel atılım çağı olmuştur. Bilimde; öncesinde Kopernik ile başlamış olan, fizikte Newton’a ve biyolojide de Darwin’e kadar uzayan bu süreç doğayı anlayabilme yönündeki kaygımızı, onu anlayabileceğimiz yönünde bir güvene dönüştürmeye yaklaştırmıştır. Bu öz-güvenin felsefedeki karşılığı, modern bilime yöntemini veren Descartes ile başlayan, Kopernik Devrimi'ni felsefede gerçekleştirdiğini ilan eden Kant’la devam eden ve kendisinden önceki bütün felsefeyi kavramsal ve tarihsel bir ilerleme sahnesine yerleştiren Hegel’dir. Özellikle Hegel on dokuzuncu yüzyılın kendinden duyduğu memnuniyeti felsefeye taşımak, hatta felsefeyi de bir bilim olarak yeniden kurmak suretiyle mutlak bilmenin imkânlarını modernitenin şafağında ortaya koymak istemiştir. Fakat modernitenin şafağı, yani bilimsel ve sistemsel düşünceye olan güven, 20. yüzyılda yerini bir alacakaranlığa, bilimin ve sistemlerin sonu gelmez eleştiri oklarından kaçamayacağı bir şüphe ortamına bırakır. Bu kırılmadan sonra şafakta beliren ışığın aslında bir optik yanılmasa olduğu, bu ışığın temsilleri ifşa edilmek suretiyle gösterilecektir: Marx için ideoloji, Nietzsche için ahlak, Freud için bilinçteki fenomenler. Althusser’in tabiriyle, Batı felsefesinin bu “üç piç”inin felsefe sahnesine çıkmasıyla birlikte, bilgi artık gerçek bilgi olmayacak, gerçek bir ahlaktan yahut dinden söz edilemeyecek ve hatta görünüş ile gerçeklik arasındaki ayrımın bizatihi kendisinin bir yanılsama olduğu fikri yaygınlaşacaktır. Öyleyse bu üç düşünür arasında bilginin dogmatik veçhesine, karşıtlıklar metafiziğine ve değerlerin tarihsellik dışı sabit kökenlerine karşı ortak bir mevzilenme söz konusudur. Bu ortak mevzi bizim bugünkü eleştiri anlayışımızın ve şeylerin işleyişinin maskesini düşürmek suretiyle yeni bir var olma pratiği üretebilmenin çıkış noktasını oluşturur. Bu yaz Gümüşlük Akademisi’nde gerçekleştireceğimiz Nietzsche, Marx ve Freud kampında, bilgininin sınırlarını yaşamın lehine muğlaklaştıran bu üç büyük düşünürden hareketle yeni bilme, görme ve olma biçimleri üzerine konuşacak, eleştirinin yaşama içkin doğasını yeniden keşfetmeye çalışacağız. Kampımıza hepiniz davetlisiniz.
Eğitmenler: Cengiz Güleç, Enver Utku Batur, Erkin Şen, Hüseyin Deniz Özcan, Nazile Kalaycı, Volkan Çıdam
Yer: Gümüşlük Akademisi Vakfı
Tarih: 5-11 Eylül 2023
*Bu programa kayıt olduğunuz takdirde aynı hafta gerçekleşecek Sosyoloji ve Çağdaş Felsefe kamplarının derslerine de katılabilirsiniz.
info@gocebedusunce.org
+90 539 257 98 86
Cengiz Güleç
Bilinçdışının Kâşifi Psikanalizin Mucidi Sigmund Freud
İnsan ruhsallığının yapısı ve işleyişi hakkında geliştirdiği metapsikolojik kuramla bilim dünyasında çığır açan Freud nevrozlarin psikodinamik formulasyonu ile klinik alanda devrim yaratmış ve psikanaliz tekniği sayesinde bir çok ruhsal bozuklukların tedavisinin de öncüsü olmuştur. Dersimizde Freud’un kuramları ile psikanalizin ortaya çıkışını ve yarattığı etkileri üç temel bağlamda ele alacağız. Öncelikle, Sigmund Freud’un yaşam öyküsüne odaklanacağız. İkincil olarak psikanalizin doğuşunu ve psikanalitik zihin kuramını inceleyeceğiz. Son oturumumuzda ise psikanalizin klinik alanda işleyişinden ve bu işleyişin tedavi sürecindeki etkisi üzerine bir anlatı gerçekleştireceğiz. Dersimizin ana seyrini kimi ek kaynaklara birlikte Pusula Yayınevi’nden çıkan Sigmund Freud, Bilinçdışının Kâşifi Psikanalizin Mucidi kitabı oluşturacaktır.
Enver Utku Batur
Şüphenin Ustası Olabilir mi? Nietzsche, Freud, ve Marx’ta Yorumsal Çözümlemenin Çıkmazları
20 yy. kıta felsefesine geri dönüp baktığımızda görüyoruz ki, artık dünyaya olan güvenimizi kaybettik. Bu sadece Descartes’ta gördüğümüz dış dünyanın algısal yanılsamasından çıkan bir sonuç olmadı. Bunun ötesinde, kurumların, geleneklerin, metinlerin, ve hatta bütün bunlardan daha ciddi olarak, dilin bizi yanıltabileceğini, ve belki de tek yaptığının bu olduğunu gördük. Fark ettik ki, “biz bilenler, biz kendimiz, kendimizi bilmiyoruz”. Bütün büyük anlatıların bir bir yıkıma uğradığı, güvenilebilecek bütün anlam öbeklerinin hızla bir şüpheye tâbi tutulduğu bu felsefi manzarada hakikat artık neredeyse felsefenin amacı olmaktan çıkmıştı.
Peki bu noktaya nasıl geldik? Büyük sistem felsefelerinden kurulu bütün düzenlerin şüphesine ve yıkımına varan felsefi dönüşümün kökeninde kimler yatıyor? Tam da bu dönüşümün öznelerine dönüp baktığımızda ısrarla söylenen şu üç isim ortaya çıkıyor: Nietzsche, Freud, ve Marx. Ricoeur’ün deyimiyle, “Şüphenin Ustaları.” Bu filozoflar, farklı biçimlerde ve farklı derecelerde, verili kabul ettiğimiz anlam yapılarını derinlikli ve tarihsel bir sorgulamaya tabii tuttular ve bu anlatıların hepsinde doğrudan söylenmeyen, sessiz veya kısık sesle söylenen anlamlar buldular. Bu dönüşüm, bir anda kurulu bütün anlam üreticilerini bir düzenbaz haline getirmişti. Tarih artık yanılsamalar üreten, ve şüphe duyulması gereken bir süreçti. Devlet, Din, Aile gibi kurucu kurumlara duyulan güven tamamen kaybolmuştu. Öte yandan bu üç filozof da, farklı ölçülerde, yıkılan büyük anlam ağlarının yerine yeni ve sahih düşünceler örmeye çalıştılar. Belki de onları şüphenin ustaları yapan buydu. Peki bu yeni düşünceler, kendilerine getirdikleri aynı eleştiriden ne ölçüde kaçabildi? Gerçekten şüphenin ustası olunabilir mi?
Bu derste Nietzsche, Marx, ve Freud üzerinden, Gadamer’in şüphe hermeneutiği diye adlandırdığı yorumsal yöntemi inanç hermeneutiğiyle bağlantılı olarak tartışacağız. Farklı yorumsal biçimlerin, kurdukları ve yıktıkları anlam yapılarına dair takındıkları tavır ve stratejilerden yola çıkarak yeni bir hermeneutiğin imkanını arayacağız: bu ne kanonik anlatılar içerisinde kemikleşmiş bir inanç hermeneutiği olacak, ne de yıktığı yapıları, yerine benzer yanılsama devleri koymadan ikame etmekte zorlanan şüphe hermeneutiği.
Erkin Şen - Hüseyin Deniz Özcan
Camera Obscura: Gözlerimizin Arkasındaki Görüntüler
Bu derste neredeyse bütün bir Batı geleneğini kateden aydınlık-karanlık karşıtlığının soybilimi camera obscura metaforu üzerinden yapılmaya çalışılacaktır. Bunca zaman boyunca, görmenin duyusallığı imleyen dolaysız ve anlamak anlamındaki metaforik kullanımının optik bir yanılsamanın gölgesinde kalmış olması mümkün müdür? Ya metafizik duyu-akıl karşıtlığı aslında baştan beri hiç var olmayan bir ayrımın -görünüşler ve özler arasındaki ayrım- bir kez daha tersine çevrilmesinden, yani zaten ters-yüz edilmiş bir yanılsamanın (camera obscura) saf görü olarak sunulan yanılsamasından (camera lucida) ibaretse? Ya da akıl ve dil şeylerin oluşum süreçlerini sabit kökenlere bağlayan, anı donduran bir fotoğraf makinesi gibi çalışarak kavramı aslında olumsuzlamanın hizmetine koşuyorsa? İşte tam da bu noktada yaşama sızmış bu olumsuz kuvvetlerin maskeleri -ideoloji, din ve ahlak- Marx, Freud ve Nietzsche tarafından düşürülür. Marx değer, Freud ise anlam kavramını kendilerinden önceki metafizik gelenekten arındırarak yeniden felsefenin gündemine dahil eder. Böylece yerleşik ve evrensel sanılan değerlerin somut ilişkiler üzerinden tarihsel inşası ya da bilincin nedeni olduğu sanılan bir fenomenin bilinçdışındaki anlamı ifşa edilir. Ancak tüm bunlara rağmen, eleştiri hâlâ değerler arasında kurulan bir karşıtlık mantığına dayanıyorsa ya da devleti eleştirmek için Marx’ın ihtiyaç duyduğu türden başka bir devlete ihtiyaç duyuluyorsa veyahut ailenin Freudyen eleştirisi yardımına başka bir aileyi dolaysız olarak çağırıyorsa düşüncenin dogmatik imgesinin dönüştürüldüğünden söz etmek mümkün müdür? Yoksa gerçek eleştiri maskelerin düşürülmesinden çok, bizatihi maske düşürme ediminin kendisi tarafından maskelenen şeylerle mi ilgilidir? Bu sorudan hareketle yaşamın saf içkin bir değerlendirmeye ve eleştirinin de bütünlüklü perspektifine kavuşması için niçin Nietzsche’yi beklemek gerektiğini tartışmaya açmak bu dersin temel meselelerinden birisidir.
Nazile Kalaycı
Nietzsche: yaşamı haklı çıkarmak mı, yaşamı olumlamak mı?
On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı düşünce tarihi açısından büyük itirazların dile getirildiği bir dönem olmak bakımından biriciktir. Kuşkusuz büyük itiraz deyince akla gelen ilk isimler de Nietzsche, Freud ve Marx’tır.
Nietzsche’nin büyük itirazı sadece felsefeye değil, bilim, sanat, ahlâk ve dine y önelmiş, bu etkinliklerin hepsi yaşama karşı yönlendirilmiş hıncın ürünleri olmak bakımından aynı potaya konulmuştur. Nietzsche’ye göre, bütün bu patolojilerin ardındaki değerlendirme biçimi aynıdır; hakikati, Tanrı’yı, iyiyi, eşitliği, dengeyi arayan isteme sağlıklı içgüdülere karşıt olana yönelmiş olduğu için de hastadır. Sonuç ise yaşamın bu yüce addedilen değerler uğruna tükenmesi ve yozlaşması olmuştur. Bu durumda yapılması gereken hastalığı devam ettirmek yerine sağlık hakkında düşünmek olmalıdır. Bu derste Nietzsche’nin hastalığa, çağın hastalığına, kendi hastalığına dair görüşleri, hastalığa deva olarak trajik sanatı kullanmasının gerekçeleri, trajik sanata dair erken ve geç dönem düşünceleri ele alınacak, geç dönem düşüncesi otobiyografi yazarlığı çerçevesinde yorumlanacaktır.
Derste Nietzsche’nin 1- Tragedyanın Doğuşu, 2- Ahlakın Soykütüğü ve 3- Ecce Homo adlı eserleri incelenecektir.
Volkan Çıdam
Hegel’den Marx’a: Özgürleşmenin Felsefesi
Bu derste Marx’ın erken dönem metinlerinde geliştirdiği insani özgürleşme / radikal devrim perspektifini irdeleyeceğiz. Bu perspektifin gelişiminde, Marx’ın siyasal iktisada duyduğu ilginin yanı sıra, Hegel felsefesiyle yoğun uğraşısının katkısı olduğu bir gerçek. Denilebilir ki Marx, ilk yazılarından itibaren, siyasal iktisattan edindiği öngörülerle Hegel Felsefesini, Hegel Felsefesinden edindiği bütüncül yaklaşımla da siyasal iktisadı eleştiriyor. Marx’ın Hegel Felsefesinin de temelinde yatan toplumcu özgürlük anlayışını ve özgürleşme talebini geç dönem metinleri için de belirleyici olacak şekilde nasıl geliştirdiğini görebilmek için, düşünürün iki kısa metnini derinlemesine inceleyeceğiz. Bunlardan ilki yanlış bir şekilde Marx’a atfedilen “din eleştirisini” de içeren Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi üzerine: Giriş (Zur Kritik der Hegelschen Rechtsphilosophie. Einleitung) makalesi. Marx ilk kez bu makalesinde, en doğru kavramsallaştırmasını Hegel’in devlet teorisinde gördüğü siyasal özgürlük / özgürleşme düşüncesine karşı, radikal / insani özgürleşme kavramını geliştiriyor. Marx’a göre Alman coğrafyasının geri kalmış siyasal-ekonomik yapısı ancak siyasal devrimin ötesine geçen radikal bir devrimle dönüştürülebilir. Detaylı inceleyeceğimiz ikinci makale Marx’ın Hegel’in Tanınma ve Köle-Efendi Diyalektiğinden esinle Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları’ında (Pariser Manuskripte 1844) geliştirdiği yabancılaşma eleştirisini konu alıyor. Hegel’in Yabancılaşma kavramının Marx tarafından kullanımı her ne kadar beraberinde özcü bir takım ön kabulleri getiriyor olsa da, Yabancılaşmış Emek makalesi hem siyasal-iktisadın nasıl eleştirilmesi gerektiğine dair önemli ipuçları sunuyor, hem de Marx’ın toplumcu-bireysel özgürlüğün gerçeklik kazanması adına Hegel felsefesini aşma çabasına dair yalın bir örnek sunuyor. Ders, söz konusu iki makalede geliştirilen eleştirileri daha iyi anlayabilmek için Hegel Felsefesine dair bir sunum ile başlayacak. Bu ilk derste, Hegel’in devlet teorisine dair giriş niteliğinde bir sunumun ardından, Hegel’in Tinin Fenomenolojisi’nde en detaylı biçimde kaleme aldığı Tanınma ve Köle-Efendi diyalektiklerini de ayrıntılı bir şekilde tartışma fırsatımız olacak. Vaktimiz kaldığı ölçüde Marx’ın erken metinlerinde geliştirdiği özgürleşme felsefesinin geç dönem metinlerindeki izdüşümlerini, bu metinlerden aldığımız kısa pasajları temel alarak tartışacağız.
Not: Derse hazırlık için birincil kaynakların okunması önem arz ediyor. Ancak özellikle Aziz Yıldırımlı’nın ve Hegel’in ağır dilleri katılımcıları yıldırmamalı. Bu metne göz atmış olmanız dahi derse hazırlık için yeterli olacak. İkincil kaynaklardan bazı pasajları vaktimiz kaldığı ölçüde inceleyeceğiz.
Kaynakça:
İkincil Kaynak: