İçerik: Sözlerin tutulmadığı, vaatlerin yerine getirilmediğinin açıkça ortaya serildiği bir çağda insanı insan-olmayanlardan ayıran çizgiyi yeniden nasıl düşünmek gerekir? Doğaya egemen olma istenciyle karakterize olan Batı metafiziğinin Tanrıyı, hayvanı ve dünyayı yerinden ederek Varlığa kendi damgasını vurmaya çalışmasının huzursuzluğu bütün bir modernlik projesini katederek etkilerini güncel krizlere kadar yansıtır. Doğa-Kültür, Hayvan-İnsan, Cansız-Canlı, Nesne-Özne gibi kendi ürettiği ikili karşıtlıkları, farklılıkların aleyhine aşmaya çalışmanın yarattığı tahribat, Öznenin Tanrının yerini almaya başladığı bu dönemin somut ve maddi veçhesini oluşturur. İronik olan ise kendisini bu dönüşümün failini de aşındırıyor olmasıdır: On dokuzuncu yüzyılın gösterişli öz-güveninin ardından gelen kriz yüzyılı insanın doğaya ve doğadakilere egemen olma çabasına ilişkin bir yenilgiyi ortaya koyar. Burada söz konusu olan insanın kendisiyle ve kendi-olmayan olarak konumlandırdıklarıyla kurduğu taksonomik ilişkinin başarısızlığa uğramasıdır. Ancak bu başarısızlığın açıkça görünür olmaya başlamasından sonradır ki Heidegger insan-olmayana dönük bir hınç ile karakterize olan bu tarihten geriye dönüşe ilişkin arayışı onto-teolojik bir terminolojiye uygun olarak şöyle dile getirmiştir: “Bir Tanrıya daha gücümüz yeter mi?”
Biz ise bu kampta başka bir sorunun peşine düşmek niyetindeyiz: Başka bir insana daha gücümüz yeter mi? Doğayı insanın dışında ve altında konumlandıran, Descola’nın “büyük bölünme” olarak adlandırdığı düşünsel yolların felsefi, sosyolojik, antropolojik, arkeolojik vs. derinliğini araştırmak belki de bize “insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu” Antroposen ya da Kapitalosen çağından çıkışa ilişkin birkaç ipucu verebilir. İnsanın dünya ve evren içerisindeki konumunu bir kez daha ve fakat bu sefer daha mütevazi bir şekilde düşünmenin yollarını arayan Haraway, Latour, Descola, Stiegler, Guattari, Serres gibi çağdaş düşünürlerin yanı sıra Hegel ve Marx gibi 19. yüzyıl filozoflarının çağdaş yorumlarına değineceğimiz bu kampta bize eşlik edecek hocalarımız: Çiler Çilingiroğlu, Derya Dursun Avcı, Emre Şan, Ferhat Taylan ve Kağan Kahveci olacaktır. Gezegenin krizi içerisindeki insanı veya insan krizinin ortasındaki gezegeni holistik bir yaklaşımla ele alan güncel sorunlara odaklanacağımız bu kampımıza hepiniz davetlisiniz.
Yer: Şirince, Kayserkaya Dağ Evleri
Tarih: 8-14 Ağustos 2024
Eğitmenler: Çiler Çilingiroğlu, Derya Avcı Dursun, Emre Şan, Ferhat Taylan, Kağan Kahveci
Detaylı bilgi için:
Ömer Araydın omeraraydin@gmail.com +90 543 625 59 06
*Bu programa kayıt olduğunuz takdirde aynı hafta gerçekleşecek Politik Antropoloji ile Sanat Tarihi kamplarının derslerine de katılabilirsiniz. Program hakkında detaylı bilgiye bu linkten ulaşabilirsiniz.
Çiler Çilingiroğlu: Derenin Beri ve Öte Yanı: Antroposen Çağda Kaygı, Kayıtsızlık ve Kurtuluş
Yeryüzünün zamanı değişiyor. Tanıdık bildik havalar bizi terk ederken, epey uzun bir yaz önümüzde bekliyor. Jeolojik olarak tanınsın veya tanınmasın Holosen’in son zamanları insan denen hayvanın gezegen nezdinde majör bir aktöre dönüştüğü dönem oldu. Canlıları kasıp kavuran, soylarını kurutan, meyvelerin tozlaşamadığı, suların özgürce akamadığı, mercanların ağardığı, denizlerin kabardığı dönemin adına “Antroposen” diyoruz. İnsan-olmayan kuvvetlerin eskisi gibi biyosferi kontrol edemediği, atmosferik güçlerin gücünün yittiği veya gerilediği, kapitalist mentaliteyi içselleştirmiş bir insan etkinliğinin ise gemi azıya alarak koca bir gezegenin kaderini elinde tuttuğu bir zaman dilimi bu. Grafikleri zorlarcasına sayısal verilerin ivmelendiği ve her geçen gün bir sıcaklık rekorunun daha kırıldığı böylesi umut kırıcı bir tarihsel bağlamda, Holosen’i kurtarma sorumluluğunun ve yetisinin yine insanda olduğuna onu nasıl ikna edeceğiz?
Bu derste birbiriyle bağlantılı birkaç konu başlığı açarak, İnsan’a ait sorumluluğu ve umudu nerelerde keşfedebileceğimizi tartışmak amacım. Bunu yapabilmek için jeolojinin, arkeolojinin, antropolojinin ve felsefenin bize sağladığı derin ve derin olduğu kadar geniş görüye başvurmam, Gadamer’in deyişiyle bu ufukları kaynaştırmam gerekecek. O yüzden adeta bir dereyi geçiyormuşçasına üzerine ihtimamla basmamız gereken irili ufaklı taşlarımız olacak ders boyunca.
Üzerine sıçrayacağımız ilk dere taşı Walter Benjamin’in tarih tezleri olacak. Tezlerden bize kılavuzluk edecek bazı öne çıkan ilkeleri ve metotları hatırlayacağız. Kairos kavramına kısaca değinmek olsun buradaki ilk görevimiz. İkinci sıçramamızı, Marshall Sahlins ve Philippe Descola gibi iki önemli kültürel antropoloğun Benjamin’in önerdiği yöntemi nasıl hayata geçirdiğini incelerken gerçekleştireceğiz. Bu noktada kültürel antropoloji ve tarih öncesi arkeolojinin bilgisine ve bilgeliğine başvurmamız icap ediyor. Toplayıcı-avcı yaşamından, ilk tarıma, hayvan ve bitkilerle kurduğumuz ilişkinin evriminden, devletlerin ve imparatorlukların politik ekolojisine kadar uzanan tarihi bir akışta hareket imkânımız olacak. Son sıçradığımız taşta ayağımızın biraz suya batmasına izin verelim mi? Antroposen Çağ’ın hakikat sonrası kaygan zemininde dengemizi bulmaya çabalarken “dağ gibi düşünmenin” ne anlama geldiğini veya önümüzdeki yol ayrımlarının hangi tipte kurtuluş hayallerini içeriyor olduğunu tartışmaya açacağız. Bakalım (hep birlikte) derenin ötesine geçmeyi başaracak mıyız?
Derya Avcı Dursun: Synorotik Anlatılarla Antroposen’i Tartışmak
İçinde bulunduğumuz jeolojik ve tarihsel konumdan kimin sorumlu olduğunu ve çağı değiştiren başat unsurun ne/kim olduğunu belirleme uğraşı adlandırmaların yeniden üretilmesine sebep olmakta (Sharp, 2020) ve Antroposen ya da Kapitalosen ile sınırlandırmanın mümkün olmadığı alternatif adlandırmaları (Avrupasen, Kthulusen, Plantasyonsen, Mizantroposen, Oligantroposen vd.) beraberinde getirmektedir. Her bir adlandırma bir diğerini dışarıda bıraktığından ya da muhtelif biçimlerde birbirini içerdiğinden ahlaki, politik ve ontolojik veçheleriyle çağın anlatısının nasıl kurulacağı bir problem olarak karşımızda durmaktadır. Mevcut durumu betimleme amacı taşıyan adlandırmaların çoğu; tüm insanların, belirli bir kesimin ya da çeşitli ülkelerin tek yönlü ve telafisi güç olan yıkıcı faaliyetlerine odaklandığından varolanlar arasındaki girift ilişkilenmelerin ve “synorotik karşılaşmaların/kesişimlerin” üzerini örterek imkânsızlık söylemini üretmeye devam ederler. Bu durumda hangi sınır(sızlık)-imkânının peşinden gideceğiz? Alışık olduğumuz ve miras aldığımız düşüncenin karşıt kutupluluğundan sıyrılmayı sağlayan olanaklara açık olmamız çözümler üretmemizi sağlayacak mı? Bu soruları tartışacağımız Şirince’deki karşılaşmamızda suçlu olanları belirlemekten ziyade sınırları “ile birlikte” yeniden düşünmeyi sağlayan ve metafizik gelenekten devralınan araçları dönüştürerek yolundan saptıran filozofların yürüyüşüne eşlik etmeye çalışacağız. Bu yürüyüşte, “insanların ve insandan başka olanların yaşamlarının dağınık çoğulluğuna karşı harekete geçen” metafizik dayatmalarla kapitalist ekonomi arasında bir tür mutabakat olduğunu öne süren Michael Marder’ın (2013, s. 55) bitki-insan sınırı için önerdiği alternatif kavramsallaştırmaya (bitki-düşünüş) ve onunla bağlantılı olan başsız düşünme ile bilinçli-olmayan yönelimselliğe odaklanacağız. Yalnızca insanların kendilerinden başka olanlar hakkında düşündüklerine, onları nasıl adlandırdıklarına ve sınıflandırdıklarına yönelmeyen ve varolanları pasif konumlarından çekip alarak dünyaya aktif katılımlarını sorgulayan bu düşüncenin etrafında gezinirken Marder’da olduğu gibi sınırları “synorotik” olarak düşünmemizi sağlayan Haraway’in otopoietik açıdan değerlendirdiği Antroposen söylemine yönelik eleştirileri üzerinde duracağız. Her iki düşünürün de açtığı yolla bizi belirli bir imkânsızlığın içine hapseden fikirlerin ötesinde geleceğe dair “synorotik anlatıların” kurulması mümkün müdür ve bu anlatının sunduğu olanaklara açıklık ne anlama gelir, diye soracağız.
Emre Şan: Antroposen Krizi ve Teknoloji Felsefesi: Guattari ve Stiegler
Felsefe yaşadığımız çağ hakkında söz söylemeli ve geleceğe dair perspektif açmalıdır. Bu perspektifin amacı kendi zamanımızdaki ve gelecekteki sorunlarla hesaplaşmaya başlamaktır. Bu yakıcı sorunların başında Antroposen gelmektedir. Félix Guattari, 1989 yılında yazdığı Üç Ekoloji metninde ekoloji sorununu sistematik bir biçimde zihinsel ve toplumsal boyutları ile düşünür. Fakat bu eylemi, psişik, toplumsal ve çevre üzerine ayırmak yerine, tam aksine dünyayı birbirinin içine geçen ve üç ekolojik bakışı kuran boyut içinde düşünmek gerektiğini söyler. Guattari’ye göre ekolojik sorun sadece çevre sorunu değil aynı zamanda psiko-sosyal bir sorundur. Dolayısıyla ekolojik sorun sadece denizlerin kirlenmesi, canlıların yaşam alanlarının yok olması değil bununla birlikte televizyon ve ekranlardaki imaj tufanı ve medya enformasyonu ile de ilgilidir. Bernard Stiegler, Guattari’nin ortaya koyduğu argümanı dijital teknoloji ve bilişsel kapitalizm meselesi ile birlikte ele alır. Deyim yerindeyse, Antroposen eleştirisini bir tür tekno-kritik felsefeye dönüştürür. Stiegler, Antroposen dönemini yoğun bir entropi üretimi olarak yorumlar. Antroposen, enerjinin azalması, biyolojik çeşitliliğin yok olması, kültürel ve sosyal birikimin yıkımı ile birlikte bilginin enformasyona ve algoritmik rasyonaliteye indirgenmesi çerçevesinde entropinin artmasına işaret eder. Bu bağlamda, tekno-endüstriyel toplumların dayandığı otomatizasyon modelini ve Stiegler’in teknoloji felsefesinin önerdiği mücadele yollarını tartışacağız.
Ferhat Taylan: Malthus’tan iklim krizine doğanın ve gezegenin “sınırları”
Bundan on beş yıl kadar önce, yer bilimleri alanında çalışan bilim insanları, “gezegenin sınırları” (« planetary boundaries ») ismini verdikleri yeni bir ekolojik sınır paradigması önerisi sundular. Buna göre, insanlık eğer yaklaşık on bin yıldır alıştığı ekosistem koşullarını, kendi varoluş imkanlarını ciddi şekilde sarsmayacak bir şekilde korumak istiyorsa, karbon salınımından biyoçeşitliliğe uzanan belli eşikleri aşmamalıydı (Röckstörm 2009). Buradaki sınır ve eşik (limits, boundaries) kavramlarının, aslında politik ekonomi alanında 19. yüzyılın başından beri süregelen bir tartışmayı dönüştürdükleri düşünülebilir. Bu tartışma, ekonomist Robert Malthus’un kaynakların nüfusa oranla daha az arttığı ve artacağı iddiasındaki “nüfus yasası” ile başlayıp, Marx’ın ve başka düşünürlerin buna verdiği cevaplarla felsefe ve sosyal bilimleri uzun süre meşgul etti.
20. yüzyılda ise özellikle Amerika Birleşik Devletleri’ndeki kimi çevreci düşünce ve hareketlerin Malthusçu şemaya yakınlığı, özellikle güney ülkelerindeki ve gelişmiş ülkelerdeki azınlık nüfusunun, gezegenin doğal sınırlarına karşı bir tehdit oluşturduğu düşüncesini doğurdu (Robertson 2012). Öyle ki, doğal veya ekolojik sınırlar, ırkçı ve göçmen-karşıtı politikaların veya özellikle Afrika’da Neo-kolonyal bir doğa korumacılığının hizmetindeki fikirlere dönüştü. “Sınırlı kaynaklar” söylemi, giderek fakir veya az gelişmiş olduğu düşünülen insan toplumlarının yönetimini sağlayan bir iktidar mekanizmasına dönüştü (Ross 1998). Peki bugün iklim ve ekolojik kriz açısından geldiğimiz noktada, “gezegenin sınırları” veya “ekolojik sınırlar” kavramları bu sorunlu tarihten kurtarılabilir mi? Bir toplum veya topluluğun kendi ekolojik etkilerini gönüllü olarak sınırlandırmasının, başka toplumların ekolojik sınırlar üzerinden yönetilmesinden farkı nasıl düşünülebilir? Ekolojik sınırlar meselesi, ekonomi politik ve ekoloji ilişkisi açısından, ekonomik büyüme ve ekolojik kriz açısından nasıl yeniden ele alınabilir?
Kağan Kahveci: İnsanın ve özellikle kapitalizm şartlarında yaşayan insanın neden olduğu büyük yıkım gezegenimizi kadim dengesinden çıkardı ve böylece bizim için "doğal seyrinde" akıp giden "doğa" bize "doğal" gelmeyen olgularla kendini göstermeye başladı. Bu olgular sayesinde geçmişte binlerce insanbiçimci kurgu içinde çeşitli adlar ve işlevler verdiğimiz gezegenimizin "gerçek" yüzünü görmeye başladık. Peçesini aralayan bu varlığı adlandırmak için Bruno Latour (1947-2022), James Lovelock'tan esinle Gaia kelimesini kullanır. Çevrede gözlemlenen tüm bu düzenin ardında bir düzenleyici olmalı, bir ruh olmalı gibi bir akıl yürütmenin spekülatif koyutu değildir Gaia. Spekülatif olmaktan çok olgusaldır. Evrensel olmaktan çok yereldir. Doğa tarzında edilgen bir dekor değil, etkin bir aktördür. Ebedi değil sonludur. Ölümsüz değil ölümlüdür.
21. yüzyılda çalışmalarına en çok atıf yapılan felsefeci ve sosyal bilimcilerin başında gelen Bruno Latour kariyerinin görece geç bir zamanında, tam da Gaia birçok çevre felaketiyle bu gerçek yüzünü göstermeye başladığında ekolojik problemlerle ilgilenmeye başlar. Aslında, geçmiş çalışmalarında oluşturduğu alet çantası onu bu sorunlar yumağını çözmek için göreve çağırmış olmalı demeliyiz belki de. Çünkü gerçekten de Antroposen veyahut Kapitalosen adları altında topladığımız sorunlar yumağını çözmeye aday birçok kavramı hızlıca yarattığını, aydınlatıcı sorular formüle ettiğini göreceğiz.
Latour'un en temel sorularından biri şudur: entelektüeller, bilim insanları, sanatçılar, politikacılar, aktivistler ve genel olarak insanlar nasıl oldu da iş işten geçinceye kadar, iklim çöküş sürecine girip biz sonuçlarını yaşamaya başlayana kadar güçlü bir refleks gösteremedi? İşin bir kısmı elbette çıkar odakları, fosil sermaye lobileri, "kötücül güçler," tarihin mezbahasındaki o cellatlar; burası tamam, ama öte yandan bilimsel ve politik çevrelerde, felsefede, sanatta da acil bir hareketlenme, problemin hak ettiği bir teyakkuz durumuna rastlanmaz. Bu gerçekten de merak uyandırıcı bir durumdur tek başına. Bruno Latour'un Face à Gaïa kitabını (Gaia ile Yüzleşmek: Yeni İklim Rejimi Üzerine Sekiz Konferans) güdüleyen problemlerden biri budur. Ve kitabı oluşturan konferansları verdiği aynı dönemde Gaia Global Circus projesini hayata geçirir; başta bilim insanları olmak üzere genel olarak halka bu "uzak görünen" problemi yakın kılmak için ve Gaia’nın gerçek yüzünü hissetmelerini sağlamak için tiyatro sahnesinin estetik olanaklarından yararlanmaya çalışır. Gaia ile Yüzleşmek kitabında sorunu teorik planda çözümler ve Gaia Global Circus'ta çözümlerine uygun bir pratik sergiler; bir bakıma göle maya çalar. İşte bu teorik ve pratik yanlarıyla ele alacağız Bruno Latour'u; ve ayrıca ondan bağımsız şekilde göle maya çalmaya çalışmış biri olarak, aynı soruyu sormuş, teorik planda başka yollardan ilerlese de çözüm konusunda tiyatro sahnesinde bir umut görmüş biri olarak, kendi yaptıklarımı anlatacağım kısaca. Böylece katılımcıların kullanabilecekleri hem teorik hem pratik bir alet çantası sunmaya çalışacağım. Dersler haricinde amfide "Felsefe Oyunları: Dünyalar ve Sonları" adlı etkileşimli performansımızı katılmak isteyenlerle birlikte gerçekleştireceğiz.